19 Mayıs kutlamaları, öteki ulusal kutlamalardan biraz farklı ele alınır. Toplumun nüvesi olarak kabul edilen, toplumsal geleceği kurması beklenen bir kesimin bayramı olarak kabul edilmiştir çünkü. Gençliğimizin çehresini yansıtması beklenen, ya da öyle olduğu varsayılan bir tür gençlik gösterisi niteliğine büründürülür. Ancak ‘büründürülür’ yükleminin de doğrudan ifade ettiği gibi, bu, baştaki siyasi iktidar ya da iktidarların bakıp da gördüğü, görüp de olmasını arzu ettiği doğrultudadır; diğer deyişle, gençlik, tıpkı öteki katmanlarla olduğu gibi, kendini doğrudan ifade etme kanal ve ortamlarını bulamadığından, ne kadar kendisi olduğu tartışılabilir bir gösterinin sadece aracı aktörü durumunda bırakılır.
Şimdi bu yaklaşımı veri alarak Diyarbakır’da Diyarbakır gençliğini temsil ettiği varsayılan ve gazetelere manşet olan etkinliğe, yani vals olayına bir bakalım. Vals, Batı kaynaklı olan, ya da öyle olmasa da Batı tarafından benimsenmiş öteki dans türleri gibi, bir kadınla bir erkek arasında bire bir kurulan bir iletişimi anlatır bize. Ritminde, figürlerinde, genel havasında, doğrudan bireyi dikkate alan bir temel yan vardır. Çiftler, sadece bireysel olarak yaşadıkları ve yine bireysel olarak karşı tarafla paylaşmak istedikleri duyguların bir ifadesi olarak yaparlar valsı.
Bu tanımlamaların hepsi son derece olumlu; zira bireyi daha gelişmiş bir birey yapmaya yarayan her şey, güzellik katar insana, zenginleştirir onu. İşte sorun da tam bu noktada başlıyor zaten: Bu ülke, özellikle doğusu bu ülkenin, bireyselleşme denen fenomenden ne kadar nasibini almış, ne kadar birey olabilme yetisini kazanabilmiş, kendimize sormamız gerekiyor yeniden. Hâla aşiretler halinde yaşayan, oy vermeye gelince hâla aşiretler olarak oy veren, hâla gayriresmi çokeşli evlilikler, ağa, bey ilişkileri yaşayan bir yöremiz değil mi Doğu ve Güneydoğu Anadolu? Hangi sivil toplum örgütü, hangi sivil inisiyatifle hangi sosyal ya da politik etkinlik sağlayabilmiş buralarda? Sanat ve kültür ne kadar girmiş ve birey olarak ne kadar kendisiyle ilgili uğraş alanları edinebilmiş bu yöre insanları, ne kadar sorgulayabilmiş kadın ya da erkek olmayı, her şeyden önce de bir genç, genç bir birey olmayı?
Bir yerde hata var
Yukarıdaki soruların yanıtlarını dürüstçe verdiğimizde, ortaya çıkan tabloda valsı aramak doğal olarak hem komik ama hem de trajik geliyor insana. Ama vals seçimi, bilinçli bir seçim, verilmek istenen bir mesaj var çünkü, ve o mesaj, “bu ülkede Diyarbakır’da bile vals yapılır” mesajı. Peki mesaj kime veriliyor?
İşte burası önemli. Mesaj, Batı’ya veriliyor, birliğine girmek için, ‘ameliyat’ üstüne ‘ameliyat’ geçirdiğimiz Avrupa’ya veriliyor. Bir de, tabii, Avrupalı, Batılı olduğumuzu düşünen ve bu ülkeye baktığında onu öyle görmeyi hayal eden azınlık bir kesime de sesleniyor aynı mesaj. Bu kesim, eşit olmayan tarihsel gelişim, çarpık kalkınma, asırlarca üvey evlat muamelesi görme ve benzeri nedenlerin getirdiği bölgelerarası yabancılaşmadan artık iyiden iyiye rahatsızdır, çünkü geciktikçe gecikmektedir şu Bat ile yapılması beklenen ‘vals’. Bu yüzden, aslında Doğu’yu da ülkenin gerisini de aynı rahatsız edici koşullara iten aynı tarihsel etmeni, yeniden, bir kez daha devreye sokmak ister ve onu tepeden aşağıya, kendi değer ölçülerine göre değiştirmeye kalkar. Aşının tutmasını beklemektedir; ama biliyoruz ki aşı bile tutması için uygun toprak ister! Yoksa bir banka reklamında bir zamanlar sergilendiği gibi, oradan oraya modern dans figürleri yapa yapa, güle oynaya koşuşan genç kız görüntüleriyle değişmiyor gençlik. Üstelik bu, tehlikeli de bir aymazlık. Düşünün, Ümraniye’de gecekondularda yaşayanlar da genç kız ve onlar da aynı reklamı seyrediyor. Neler hissediyor dersiniz? Sihirli bir değnekle -ki herhalde bu sihirli değneğin sapında ‘Batı’ yazacaktır- onların, banka reklamındaki kızlara mı dönüşmesini umacağız? Ya da, uluslararası Habitat toplantısı öncesi Taksim’den toplanıp götürülen sokak çocukları gibi, yok edilmelerini, yok sayılmalarını mı bekleyeceğiz? Özgür Çocuklar, Ben Özgürüm, gibi reklam sloganlarının ardındaki gerçeği görmediklerini mi sanıyorsunuz? Özgürlüğün bile bir parasal karşılığı olduğunu, kendini özgür bir genç gibi hissetmesi için kola içmesi ya da kredi kartı taşımasının gerektiğini göremediklerini mi düşünüyoruz? Peki, sosyal barışı böyle mi sağlayacağız?
İngilizceyle Batılılaşma Şimdi gelelim ikinci ve en güncel örneğimize. Sertap Erener’in Örovizyon şarkı yarışmasını kazanması, yurtta da yurt dışında da fazla sürpriz olmadı. Kişisel olarak parçayı ben de sevdim, Sertap Erener’i ayrıca beğenen, çok başarılı olduğunu düşünen biriyim. Ancak bu olguları bir yana bırakarak, daha geniş ve nesnel bir bakış açısından olan bitene yaklaşmaya çalışalım. En başta, çok tartışılan bir dil sorunu vardı. Neden Türkçe değil, sorusunu çok dikkatli sormamız gerekiyor. Bu soru tutucu ve bağnaz bir zihniyetin sözcülüğünü de yapabilir; ‘öz Türkçecilik’ ya da sadece Türkçecilik gibi. Ne var ki, bu yarışmaya ülkeler, o ülkenin müzikteki bir tanıtımı olarak katılıyorsa, sorumuzu daha uygun bir yere yerleştirebilir ve mesela şöyle sorabiliriz: Eğer dil, bir ülke ya da toplumun kültürel kimlik aynası ise, o halde neden bu yarışmada Türkçe’ye böyle yaklaşılmadı? Aslında yaklaşıldı; yaklaşıldı ve sonuç olarak var olan realitemiz çıktı ortaya. O realite, dilimizin de aynası olduğu kimliğimiz gibi tanınmak, sahiplenilmek gibi bir derdi olmadığı, böyle etik bir | Sertap Erener |
sorunumuzun bulunmadığı. Eğer zaten Avrupalıysak, Avrupalı olmayan bir dil yerine, onun kendi dillerinden birine yüzümüzü çevirmemiz, bize daha yakışır, hatta mimiklerimizden, ses tonumuza, onlar gibi gibi konuşma tarzını edinmek, süreci daha da hızlandırır mantığı egemen ve biz bunu hâla kabullenmek istemiyoruz. İki yüzlülük, Batılılaşmamızın en vahim yan etkilerinden biri olsa gerek...
Şimdi düşünebiliyor musunuz, Moda’da bir meslek lisesi var ve giriş kapısında, bir Türkçe GİRİŞ yazısı bir de İngilizce ENTER yazısı var. Tanrı aşkına, o okula giden yabancı çocuk mu var, ya da okul turistik ziyareti gerektirecek tarihi bir okul mu?! Olsa olsa, Rumca ya da Ermenice yazılabilirdi, en azından Moda’nın hem tarihi hem de şimdiki etnik yapısına uyardı ve bir saygı anlamı taşırdı. Hayır, bu olamaz, çünkü bunun Batılılıkla bir ilgisi kurulamaz!..
Öte yandan, televizyondaki aynı programda, sözlerin İngilizce olması dolayısıyla herkesçe anlaşıldığı ifade edildi. Ne kadar da hazırız kendimizi aldatmak üzere bahaneler yaratmaya! Peki, Cesaria Evora hangi dilde söylüyor? Kreol denen, aslında tam olarak dil bile kabul edilmeyen, Portekizce kırması bir dilde söylüyor ve biz bu dille şarkı söylemek üzere ülkemize gelen Evora’yı yalılarda ağarlıyoruz. Dinleyiciler çok mu anlıyorlardı şarkılardaki sözleri? Hayır, gerekmiyordu da; çünkü onu o kadar ünlü kılan özgünlüğüydü, giyiminden, çıplak ayaklarına, dilinden, takındığı tavırlara kadar sergilediği karakterindeydi.
Bekledikleri suretimizi sunduk
Sertap Erener’in birincilik ödülü alan parçasının ikinci en çok tartışılan kısmı, kuşkusuz klibi. Klipte, Osmanlı haremi ve orada, bir hamam göbek taşında, mükemmel bel kırıp kalça sallayan bir cariye, kendini oradan oraya atan bir deli divane aşık, içinde ne olduğunu tahmin etmemiz zor olmayacak nargile, tütsü kabı benzeri nesneler ve onlardan çıkan egzotik dumanlar, bu arada da saraydan bazı kaçamak görüntüler...
Harem fantazması, günümüz Batı hedonizmine cuk oturdu | Şimdi klip bu; dün akşam bir televizyon kanalında konuşan klip yapımcısı, çekilenin zaten gerçek bir harem olmadığını, bir harem fantazması olduğunu söylüyor. Peki, iyi güzel de, fantazma, hayal, kurgu dediğimiz yaratıcı tasarımların da dayandığı bir realite yok mu ve o realite, içinden çıktığı kültürle, toplumla bağlantılı değil mi? Yunan ya da Maya mitolojileri de fantazmalarla doludur ama, kendilerini, kendi gerçekliklerini anlatır o fantazmalar. Oysa biz kendimizi anlatmıyoruz bu klipte, ya da anlatıyoruz da, anlatılan başkaları için yeniden yaratılmış bir ‘kendimiz’, bir sahte kimlik, göz boyayan, ama ne yalan söylemeli, iyi boyayan bir makyaj. Başkaları da kim, diye sormayalım, o kadar belli ki. Hatırlayın tüm o Batı çıkışlı harem |
İşte “Oryantalizm” dedikleri de böyle bir şey. Batı, kendinden olmayana bakar ve orada kendi yarattığı, aslında kendine tabi, kendinden aşağı, kendine saygılı, ama hepsinin önünde, kendisi gibi olmaya çabaladığı için kabul edilmeyi, ‘yanağı okşanmayı’ hak eden bir kopyayı görür. Gerçekten de görünen bir kopyadır. Aslının sureti olan kuklalardır onlar. Cansız ve ölüdürler aslında.
Oryantalizmin kendine özgü versiyonunu en son olarak Irak’ta, U.S. patentli olarak yaşadık. Bu versiyon, şiddet içeren versiyonuydu Oryantalizmin. Bir ülke, kendi dünya görüşünde olmadığı için bir diğer ülkeyi silah zoruyla o görüşü kabul etmeye uygun hale getirdi. Ama eskiden bunu Batılılar da yeterince yapmıştı. İngiltere ve Fransa bugünkü Ortadoğu’da zoru, zor kullanarak oradaki Doğulu halkları kendi hizalarına getirmeyi çok denedi. Süveyş Kanalı’nı millileştirmeye kalktı diye Nasır’ın ülkesini bombalayan İngiliz ve Fransız uçaklarını hatırlayın.
Devir,öyle ya da böyle, dünyayı ‘tek tip’e çevirme devri.
Ya da ona karşı kişilik ve onur mücadelesi vermek, çok sesli ve çok renkli bir dünyada ısrar etmek için gerekeni yapma devri. Seçim toplumların..